Ülkesi yerkürenin en önemli bölgesinde bir denizden bir denize dek uzanıyordu. Halkı onu çok seviyordu. Rüzgarla yarışan süvarileri, koca dalgalara kafa tutan kalyonları vardı. Zengindi. Yemek yediği tabaktan su içtiği çeşmelere dek her şeyi altındandı.
Sarayın odaları tıka basa dünyada eşi menendi bulunmayan değerli taşlarla, altın paralarla doluydu. Sarayının çeşitli odalarında yaşayan kadınlarına taktığı kolyeler, gerdanlıklar, tek taş pırlantalar, ayaklarındaki halhallar öylesine ağırlık yapıyordu ki kadınlar neredeyse yürüyemiyordu. Tüm diğer ülkelerin hükümdarları onun gücü ve zekası karşısında şaşkın ve suskundu.
Dünyanın en güçlü, en zengin ve zeki hükümdarı bir sabah uyandığında yatağından kalkamadı. Kollarını, bacaklarını hareket ettiremiyordu. Yardımcılarına seslendi. Gelenler de hükümdarlarını ayağa kaldıramadılar. O güçlü efendileri birden hastalanmıştı.
Yatağına tekrar yatırılan hükümdarın bedeni beyninin denetimi dışına çıkmıştı ama belleği yerindeydi. Her şeyi düşünebiliyor, sesleri duyabiliyor, konuşabiliyor ama kımıldayamıyordu. Hükümdar, kendine yakışan biçimde paniğe kapılmadı. Nasıl olsa dünyanın en güçlü hükümdarıydı ve dünyada bir sürü hekim, mistik güçlerle donanmış insan vardı. Onlar mutlaka derdine bir çare bulabilirlerdi.
Hükümdarın adamları dünyanın dört bir yanma haber saldı ve ünlü hekimler art arda hükümdarın sarayına gelmeye başladılar. Hepsi teker teker hükümdarı baştan ayağa özenle inceledi. Sihirli güçleri olduğunu iddia edenler hükümdarın yatağının
çevresinde büyüler yaptılar, tütsüler yaktılar. Hiçbiri kar etmedi. Dünyanın en güçlü, en zengin ve zeki insanı umarsız bir hastalığın pençesinde yatağında çaresiz yatıyordu.
Bir gün hükümdarın sarayına çok uzak bir ülkeden ak saçlı, ak sakallı bir yaşlı geldi.
‘Hükümdarı bir de ben göreyim’ dedi. ‘Belki derdine bir derman bulabilirim.’
Yaşlı adam, hükümdarın vücudunu elleriyle okşadı.
Parmaklarını tüm eklemlerinde tek tek gezdirdi sonra yavaşça çevresinde merakla ne diyeceğini bekleyen saray nazırlarına döndü ve şöyle dedi:
‘Hükümdarınız iyileşecek yalnız bunun için dünyanın en mutlu insanını bulmanız ve onun gömleğini hükümdara giydirmeniz gerek.’
Nazırlar sevindiler. Bu kolay bir çözümdü. Yaşlı adamı pahalı armağanlarla yolcu ettikten sonra sarayın tüm çalışanlarını, orduların komutanlarını, askerleri, hocaları sarayın önündeki meydanda topladılar ve hepsinin dünyanın dört bir yanma dağılarak dünyanın en mutlu insanını bulmalarını ve onun gömleğini alarak getirmelerini istediler. Hükümdar, nazırlar ve hükümdarın sevgili kadınları soluklarını tutarak beklemeye başladılar.
Gidenlerden bir süre ses çıkmadı. Sonra hepsi teker teker dönmeye başladılar. Ağlayarak mutlu bir insan bulamadıklarını nazırlara anlatmaya çalıştılar. Herkesin bir sorunu, herkesin bir derdi vardı. Hiç kimse yaşamında mutlu değildi. Acılar mutluluk denen şeyi çoktan tüketip bitirmişti.
Gidenlerin içinden dönmeyen bir grup vardı. Bunlar uzak, çok uzak ülkelere gitmişerdi. Nazırlar heyecanla onları beklemeye başladı. Onlar ülkenin de, hükümdarın da son umuduydular.
Hükümdarın bu çok uzaklara giden bu adamları bir gün yüce dağın eteğindeki bir köye geldiler. Köyde yaşayanları köyün
meydanında toplayıp dertlerini anlattılar. Köyün en yaşlı kişisi ‘Şanslı kişilersiniz’ dedi. ‘Dünyanın en mutlu insanı köyümüzde yaşıyor.’
Hükümdarın adamları heyecanla ‘Nerede, nerede?’ diye sordular. Yaşlı adam eliyle dağın doruğuna yakın bir yerdeki kulübeyi işaret etti ve ‘işte orada’ dedi.
Hükümdarın adamları köylülere teşekkür etmeyi bile unutarak dağın doruğuna doğru tırmanmaya başladılar ve bir süre sonra soluk soluğa kulübenin kapısına vardılar. Çok heyecanlıydılar. Sonunda hükümdarlarını kurtaracaklardı. Kapıyı usulca vurdular, içeriden bir ses ‘Girin’ dedi.
Hükümdarın adamları telaşla içeri girdiler. Kulübenin bir köşesinde yaşlı bir adam oturuyordu. Yaşlı adam ‘Buyurun beyler’ dedi. ‘Size nasıl yardımcı olabilirim?’
Hükümdarın adamlarından biri heyecanını gizlemeye çalışarak tane tane anlatmaya başladı:
‘Hükümdarımız dünyanın en güçlü hükümdarıdır’ dedi. ‘Çok zengindir ve çok zekidir. Halkı onu çok sever fakat bugün hükümdarımız hastadır. Hekimler onun mutlu hir insanın gömleğini giydiği zaman iyileşeceğini söylediler. Çok yer gezdik. Bu köye gelene dek hiçbir yörede mutlu hir insana rastlayamadık. Köylüler bu köyün en mutlu insanı olduğunuzu söylediler. Söyleyin lütfen. Gerçekten mutlu musunuz?
Köşedeki adam şaşkın bir biçimde hükümdarın adamlarına baktı ve ‘evet mutluyum, hem de çok mutluyum’ dedi.
‘Gerçekten mutlu musunuz? Hiçbir sorununuz, hiçbir derdiniz, hiçbir acınız yok mu?’
‘Elbette mutluyum. Yaşamım boyunca hiçbir şeyi dert edinmedim. Yaşamı ve tüm güzelliklerini bir soluk gibi içime çektim. Duya duya, doya doya yaşadım ve şu anda anlayamayacağınız kadar mutluyum.’ .
Hükümdarın adamları sevinçle birbirlerinin yüzüne baktılar.
Yaşlı adama ‘Aradığımız adam sensin’ dediler. ‘Yüce hükümdarımız senin sayende sağlığına kavuşacak. Seni altınlara, gümüşlere, ipeklere boğarız. Tüm bunlara karşılık senden bir tek şey istiyoruz. Bize gömleğini ver.’
Yaşlı adam hükümdarın adamlarına anlaşılmaz bir şaşkınlıkla baktı. Onların dediklerini, altınları, gümüşleri, ipekleri anlayamamıştı. Bunlar ne işe yarar bilmiyordu. Usulca onlara şöyle dedi:
‘Mutluyum ama benim gömleğim yok ki!’