Adamın biri ressamdır fakat pek başarılı bir ressam değildir. Haliyle tabloları da pek satılmaz, sefalet içinde sürdürürmüş yaşantısını.
Bir gün bu ressamın gazeteci bir arkadaşı kendisini ziyarete gelmiş. Sersefil halini görmüş, üzülmüş biraz. Sonunda dayanamayıp arkadaşına şöyle bir teklifte bulunmuş: “Gel seni meşhur edeyim!”
- Nasıl yapacaksın ki?
- Her şeyi ben organize edeceğim. Ne dersem aynısını yapacaksın. İşin sonunda kârı yarı yarıya paylaşacağız. Seni çok ünlü ve büyük bir ressam yapacağım.
Ressam hala bön bön bakmakta, arkadaşının motor kayışında bir sıyırma durumu olduğuna kanaât getirmeye başlamaktadır.
- Yahu ben yıllardır resim yaparım, geldiğim yer ortada. Sen nasıl yapacaksın ki bunu, üstelik bu kadar kesin konuşuyorsun?
- Dinle şimdi. Sana bir sergi açacağız. Yeni eserler falan yapmana da gerek yok. Hatta yarım kalmışları bile koyabilirsin, farketmez.
Ressam, arkadaşının kayışını sıyırmadığına, tamamen koptuğuna kanaât getirmiştir artık.
- Eeee?
- Ben bu serginin duyurusunu yapacağım benim gazetede. Köşe yazısı, röportajlar falan yayınlayacağız. "Ünlü ressam.... Yeni sergisinde filanca tarz eserlere yer verecek" gibisinden şeyler yazacağız..
- Ne tarzı?
- Dur yahu, bir dinle hele. Sergi günü geldiğinde sen başına bir bere takacaksın. Keçi sakal da bırakacağız. Sergiye yetişmezse takma sakal yaparız. Gözüne tel çerçeve bir gözlük ve ağzında da bir pipo olacak.
- Ben pipo içmem ki?
- Yahu delirtme insanı. Bir günlüğüne içiver işte, seversin hem... Neyse. Davetliler gelip sergiyi gezmeye başlayacaklar, sen de ortalıkta dolanmaya başlayacaksın. Tabloların fiyatlarını oldukça yüksek tutacağız. İnsanlar tablolara baktıklarında haliyle eleştirecek şeyler bulacaklardır. Sen yanlarına yanaşacaksın. Onlar sana eleştirilerini söyledikleri zaman, konu ne olursa olsun gözlerinin içine derin derin bakacaksın, pipondan derin bir nefes alıp verdikten sonra ağır bir ses tonuyla: "Sen hiç deniz gördün mü?", diye soracaksın?
- Hö?
- Tabi onlar da öyle diyecekler ama sen tavrını değiştirmeyeceksin. Sorunu tekrar edeceksin. "Sen hiç deniz gördün mü?". Baktın eveleyip geveliyorlar, dönüp sırtını gideceksin, başka bir şey söylemeyeceksin.
Bizim ressamın aklına yatmaz bu senaryo. Ne yapılmak istendiğini de anlayamaz. Buna karşın arkadaşı kendinden çok emin ve ısrarcıdır. Parasızlık da had safhadadır aksi gibi. Çaresiz kabul eder ve süreç başlar.
Bizim gazeteci, söz verdiği gibi organize eder sergiyi. Gazetesinde yazılar, röportajlar falan gırla gider. Ünlü ressam bilmem kim, filanca tarzında yaptığı son eserlerini sergiliyordur. Haber birkaç basın organına da sıçrar. Sanat camiasının ilgisi iyice yoğunlaşmıştır. Bu arada bizim ressam en keçisinden bir sakal bırakmış, iyisinden bir pipo temin edip tüttürme talimlerinde bulunmuş ve bitpazarından da bir adet entel gözlüğü takıp Fransız usulü bir berenin altına hepsini yerleştirmiştir, beynini dışarıda bırakarak.
Büyük gün gelip çatmıştır. Sergi açılışı... Davetliler, basın, galeri patronları, yeni zengin olmuş züppeler, "Aman da kültürlü olalım", diyenler, kültürü yılların birikimi değil çarşıdan pazardan alınan bir şey zannedenler, “Zamanı gelince yaparız”, diyenler... Bizim ressam da ortalıkta gezmektedir yeni kostümüyle. Resimler ise hatalarla dolu olarak ortalıkta sergilenmektedir. Vatandaşın birinin yanına yanaşır bizimkisi. Adam resme küçümser gözle bakar ama resmin fiyatı korkunçtur. Öyle ki bizim ressam bile ürkmüştür fiyatlardan.
Sanatsever: “Üstat, bu resimdeki dağ kompozisyonu... Hani diyecektim ki renk tonları pek natürel değil gibi. Sizce de öyle değil mi?”
Zaman gelmiştir. Bizimkisi piposundan derin bir nefes alır. Aynı derinlikte bakışlarla bakar tel çerçeve gözlüklerinin ardından. Ve çıkardığı dumanlar içinden adama şöyle der: “Sen hiç deniz gördün mü?”
Adam afallamıştır. Soru bir dağ manzarası ile ilgilidir.
- Ama beyefendi , bu resim, yani dağın tonlarını diyordum...
Sözünü keser bizimkisi: “Sen hiç deniz gördün mü?”
Adam resme dönüp bir daha bakar. Sanki farklılaşmıştır. Evet ortada belki deniz yoktur ama hayalinde bir deniz göremeyen bir insan olarak dağın tonlarını nasıl eleştirebilir ki? Resim sadece görüleni mi anlatır oysa... Ya görülmeyenler, onları çağrıştıramaz mı? Renkler ille de her şeyin doğasını yansıtırsa fotoğraftan ne farkı kalır resmin? Bu sanatın ruhu nerededir?
“Özür dilerim üstat!”, der ve hemen bir işaretle yardımcısını yanına çağırır, resmi satın almak istediğini, gerekli işlemleri yapmasını söyler.
Ressam şaşırmıştır. Ama şikâyetçi değildir. Nasıl olduğunu anlamamıştır ama bir tablo satmıştır. Hemen başkalarını aramaya koyulur. Şık giyimli bir bayan dikkatini çeker bir resminin önünde. Aksilik bu ya, tamamlanmamış bir resimdir...
- Oh, üstat, iyi ki geldiniz. Ben size şeyi soracaktım. Bu eseriniz... Sanki anlatılacak şeyler varmış da anlatılmamış gibi...
Derin bir pipo nefesi ve derin bir bakışın ardından ölümcül soru gelir: “Sen hiç deniz gördün mü?”
-Pardon?
-Sen hiç deniz gördün mü?
Kahretsin... İşte sanatçıyla benim farkım. Ben resmin görünenini görebiliyorum. Arkasını göremiyorum. Oysa o... Ruhuna iniyor... Belki anlatmak istediklerini çizmek zorunda bile değil. Daha denizi göremeyen ben fırçanın kıvrımlarındaki duyguyu nasıl algılayabilirim? Alıyorum! Kaç paraysa... Sanata fiyat biçilmez...
Bu sefer de tutmuştur. Bizimkinin keyfi yerindedir. Ve sonra bir başkası, bir başkası daha... İki gün içerisinde yarım yamalak ne kadar tablo varsa satılır sergide. Diğer gazeteler, yayın kuruluşları röportaj yapmak için sıraya girerler. Ünlü ressam bilmem kimdir artık... Mazide ne olduğu pek de önemli değildir...
Sergi bitip hasılat elde edilir. Bu karmaşa içinde gazeteci arkadaşla pek görüşme imkânı da bulamamıştır. İş bitiminde başta konuşulduğu gibi hasılatın bölüşülmesine gelmiştir sıra. Oturup hesap kitap yaparken pek keyiflidir gazeteci arkadaşı. Ressama dönerek: “Gördün mü bak... Sayemde ünlü de oldun. Bir sürü de para kazandın. Artık sırtın yere gelmez. Bu iyiliğimi de unutma...”, der.
Bizimkisi yanıt verir, pipo dumanları ve tel çerçeve gözlüklerinin ardından: “Sen hiç deniz gördün mü?”